Monday, August 18, 2008

DOĞA VE FAŞİZM


Fizik terimi eski Yunanca’da “Füzis” (doğa) kelimesinden gelir. O nedenledir ki, doğa bilimleri denilen bir olgudan söz ediyoruz. Fizik kelimesini Sokrates-öncesi filozofların kitaplarında görüyoruz. Bunların kozmogoni (evren doğumu ya da oluşumu, denebilir) üzerine yoğunlaştığı da söylenebilir. Ancak ilk defa büyük ve tam bir metin olarak Aristoteles’te görüyoruz. Aristoteles klasik mantığın kurucusu ve aynı zamanda ilk sistematik sınıflandırmayı da -yanlışları ve eksikleri de olsa- bulan kişi. Bizler de, tarihsel olarak, insanoğlunun doğayı sistematik araştırma-değiştirme macerasını, o tarihten sonra daha ayrıntılı takip edebiliyoruz.

Faşizm ise, ‘bir düşünce ya da ırkın vs. diğerleri üzerindeki üstünlüğüne inanmaktır’ diyebiliriz.[1] Günümüz uygarlığında, “yaşamak, savaşmaktır” düşüncesinin hakim olduğunu düşününce, bu güdünün bizim içimizdeki konumunu daha iyi anlayabiliriz sanırım. Faşizm düşüncesi (karşı çıkanlarda bile) öyle işlemiştir ki, hayatın bir yarış olduğunu, bir kazanma-kaybetme ya da güç oyunu olduğu düşünülür çoğu zaman.[2] Bu düşünme biçiminin buraya kadar genişletilmemesi gerektiğini söyleyenler de çıkacaktır. Fakat, tarihsel süreçler –Batı uygarlığının ilerlemesi(!)- gözden geçirildiğinde Batı uygarlık tarihinin hangi konumdan nereye ulaştığı görülebilir sanırım. Bu konudaki pek çok araştırma, istatistik ve benzeri yayına bugün rahatlıkla ulaşılabilir.[3]

İnsanın doğa ile ilişkisi açısından bakıldıkta da, benzer bir durum var gibi görünüyor. Bacon’un “bilim, doğaya hakim olmaktır” manifestosundan bu yana doğa karşısındaki bu üstün olma duygusu giderek güçlenmiş görünüyor. İnsanoğlu, doğayı kontrol edebilecek birtakım verilere ulaştıktan sonra onu değiştirme merakına/güdüsüne engel olamadı. Bilimlerin alt dallarının artması da bu inceleme-araştırma çalışmalarının sonucudur. 19. yüzyıla gelene dek matematik ve fizik ana bilim dallarından bahsedilirken, daha sonra kimya ve biyolojinin birer bilim olarak ayrılmaları da bunun sonucudur. Günümüzde bu bilimler de birtakım bilimler doğurdular, genetik gibi; veya devşirme bilimler: biyokimya, biyofizik gibi.

Bu değişim, kuşkusuz, bilgisel açıdan bakıldığında oldukça büyüktür ve bir önceki yıllarla karşılaştırıldığında oldukça ivme kazanmıştır. Diğer taraftan, bu değişimin etik boyutlarını konuşmak da, sonuçları yaşıyor olmamız nedeniyle yine zamanımıza kalmıştır. İnsanoğlu, bu hızlı değişim içerisindeki etik konumunu uzun bir zaman unutmuş görünüyor, bir tür ‘zafer sarhoşluğu’ da diyebiliriz bu duruma sanırım. (Ancak, bu yaklaşım 17. yüzyıldan bu yana Batı toplumlarında etkilidir[4]. Doğu toplumları, doğa ile aralarındaki organik bağ düşüncesi nedeniyle doğaya hakim olma yerine onunla birlikte yaşama biçimini seçtiklerinden -yakın yüzyıla kadar tabii ki- burada doğaya yönelik bir faşizmden söz edemiyoruz.[5])

Bizler Batı’daki mekanik doğa anlayışı ve doğaya karşı takınılan bu faşist tutumun bir takım sonuçlarını görsek de, gelecek neslimiz açısından durum bizimki kadar parlak görünmüyor. Gelecek nesillere ne kadar kuş türünü miras bıraktığımız ya da ne kadarını yok ettiğimiz, durumu dramatikleştiren söylemlerdir, fakat durumun daha net görülebilmesi için de gereklidir.

Problemin çözümü sadece ekolojik çalışmalarda değil, insanların doğa hakkındaki tutum ve davranışlarındadır. Çünkü bizler, doğa yasalarını tümüyle çözme ve doğanın efendisi olma şeklindeki anlayışımızı gözden geçirmedikçe, doğaya karşı yürütülen pozitivist temelli bu girişimin sonuçları, kendi kuyruğunu ısıran yılan benzetmesindeki gibi olacaktır. Konformist söylemler ya da kar-zarar analizleri yerine, içinde yaşadığımız dünyaya bakmanın, onu değiştirmek tutkusu yerine onu anlamak ve onunla birlikte yaşamanın yollarının gözden geçirilmesinin zamanı, her zaman ŞİMDİdir, tehir edilemez. Bilimsel etik kavramı, bu bağlamda yeniden ele alınmalıdır; ancak, bilimin doğası ve bilim-doğa ilişkisinde –bilimsel etik anlayışına da etki eden- bilimin nasıl bir insan etkinliği olması gerektiğini sorgulamalıyız.[6] Her şeye rağmen, bilimin ve bilimsel tutumların sorgulanabileceğini kendimize tekrar etmenin yararlı olacağını düşünüyorum.

NOT: Bu metin daha önce iznim alınarak başka sayfalarda yayınlanmıştır.

[1]Bu tanım herhangi bir kaynaktan alınmamıştır. Ancak, oldukça orta yollu bir tanım (açıklama) denemesi olduğu kanaatindeyim. Ek olarak; bu konuda Ingeborg Bachmann’ın “Faşizm iki kişi arasındaki ilişkide başlar” şeklindeki varoluşçu temele dayalı görüşüne katılıyorum. (meraklısına, romanın başlığı “Malina”)

[2] Eğitimde bunun etkisiyle ilgili olarak, Einstein’ın bir denemesini okumuştum. Yine meraklısına, “Dünyamıza bakış” adlı bir kitap.

[3] En azından, bireysel olarak düşünebileceğimiz pek çok şey var. Örneğin; bir insan hayatı boyunca ortalama 7-8 yetişmiş ağaç ve türevi tüketmesine karşın bunun yerine yenisini koyup koymadığı tartışmalıdır.

[4] Doğa karşısındaki bu tutumun benzerini Batılıların iş dünyasında da görüyoruz –en azından, kendilerini anlattıkları filmlerden ve kitaplardan.

[5] 17. yüzyıldan önceki Batı anlayışına Aristotelesçi organik yaklaşım hakimdi, Stoacı doğa ve ahlak anlayışı da önceki dönemin en belirgin anlayışlarındandır.

[6] “Sorgulanmamış bir yaşam, yaşanmaya değmez” Sokrates

NEREYE KADAR BİLİM?


Hayatımızın ne kadarı bilime aittir? Ya da ne kadarı olmalıdır? Bilim bize neler verir? Bilimin amacı nedir? Bilim bizim için ne kadar önemlidir? Neden önemli olmalıdır? Dahası, bilim ya da bilimsellik nedir? İlah...

İşin doğrusu, Kuhn’un o meşhur kitabı “Bilimsel Devrimlerin Yapısı”yla (The Structure of Scientific Revolution) karşılaşana kadar herkesin sahip olduğu bilime yönelik inanışlara sahiptim. Daha sonra, Popper ve Feyerabend aracılığıyla bilimin daha farklı şekillerde yorumlayabileceğini de öğrendim. Felsefe eğitimi görmüş olmanın, diğer bir ifadeyle “sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez” şeklindeki Sokrates düşünce geleneğinin faydalarını bilim alanının sorgulanmasında gördüm. Yukarıdaki soruların da bu bağlamda ve bu eleştiri biçimiyle sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.

Burada asıl sorgulanacak olan, birinci sorumuzdur: Hayatımızın ne kadarı bilime aittir? Öyle görünüyor ki bu soru, diğer sorulardan bağımsız düşünülemeyecektir. Bu nedenle, kimi zaman, diğerleri üzerine de sorgulama gerekecektir.

“Bilim, kendine ait yöntemlerle, evreni anlama ve açıklama çabasıdır” şeklinde genel bir önerme sanırım yanlış olmaz. İmdi, bu çaba, o konuyla ilgilenen (örneğin, atom altı maddelerin kütleleri, davranışları vs.) bir fizikçiyi ilgilendirir. Fizikçi bu konuda bir merakı, ilgisi olan kişidir. Fizikçi, kendine ait konuları araştırır, birtakım sonuçlara ulaşır vs. Buraya kadar tamam, fakat bilimsellik neden benim için –bilimle doğrudan uğraşmayan birileri için- bu kadar önemli olmalı? Yani ben şiir yazıyorsam, bunun ne derece bilimsel olması gerekir? Beste yapıyorsam bunun bilimsel olması gerekir mi?[1] Bu sorulara, bilimin insanlık için en önemli amaç olduğunu düşünenler açısından baktığımızda, belki de –fanatik bilimcilerden-‘evet’ cevabı gelecektir.[2] Ancak, bilimi, daha doğrusu ortodoks bilim anlayışını eleştirenler tabii ki böyle düşünmüyor. Bu açıdan bakıldıkta şu sonuca ulaşıyoruz: Bilim, bizim hayatımızdaki pek çok düşünme, üretme faaliyetinden sadece biridir. Dolayısıyla da, diğerlerinden önemli olması için bir gerekçe de gösterilemez.

Bacon’un “bilgi güçtür” yargısının dünyamıza olan etkileri nicedir Batı’da tartışılıyor. Bilimin bir amaç olduğunu düşünenler de, sanırım, ne için bir amaç olduğunu düşünmeliler. Bilime dayalı teknolojilerin insan hayatının konforunu artırdığı ortada. Fakat bu konforun (eğer bilimin insanlık için olduğunu kabul edersek) bizim mutluluğumuza ne kadar katkısı olduğu da sorgulanıyor.[3]

Nedense, bilimin eleştirel bir yapıya sahip olduğu söylenir de, laf bilimi eleştirmeye gelince işler değişir. Bilim bu açıdan bakıldıkta, sanki kutsaldır. (Comte’un kulakları çınlasın.) Bilim insanları, kendilerine gelecek bir eleştirinin muhatabını, bu konudaki bilgisizliklerini göstermek için, o alanı ne kadar iyi bildiklerini sorgulayarak silkelemek eğilimindeler genelde. Böylece o alanın, o alanla ilgilenen kişilerce ele alınabileceğini, başkalarının bu alanda fazla konuşmamaları gerektiğini belli ederler. Amenna! O zaman, bizim hayatımızda (bilimle uğraşmayan, bir bilimci olmayan birileri olarak) bilimin neden bu kadar önemli ve dokunulmaz olması gerekiyor? Bir müzik yapıtı ya da bir resim bilen-bilmeyen herkesçe pekala eleştirilebilirken (üstelik bunların da birer uzmanlık gerektiren insan etkinliği olduğu –bilimsel olmasa bile- kabul edilmişken) atomlar hakkında konuşmanız, akıl yürütmeniz beklenmez, dahası konuşmasanız daha iyi olur: çünkü bilim adamları bu konuyu sizden daha iyi bilirler (aksini söyleyemeyiz zaten). Öyleyse, neden benim dışımda işleyen ve neredeyse dokunulmaz bir insan etkinliği, bende bu kadar güçlü bir etki bırakıyor?

Hemen bütün yayın organlarında bilim adamlarının zeki imajını görürüz. Gerçekten de, elde ettikleri başarılarla, zeki olma sıfatını hak ettikleri doğrudur. Fakat bu güçlü imajlar sayesinde de bilimsellik hegemonyası kuruluyormuş gibi geliyor. Bu hegemonya, bazı konularda insanları, “bu konuya bilimsel yaklaşırsak...”, “istatistikler göstermiştir ki...” şeklindeki söylemlere itiyor. Madalyonun öteki yüzünde ise, filmlerden edindiğimiz bir “korkulması gereken bilim adamı” tipi var. Bu bilim adamları öyle bilgilere sahiptir ki, insanlar onlarla baş edebilmek için çok uğraşırlar (neyse ki, iyi olanın kazanması geleneği hala çoğu yerde devam ediyor). Bu durum da, öncekine ek olarak bilime ilişkin yargı ve tutumları pekiştiriyor: Bilim kutsaldır ve dokunulmazdır! Bu yüceltilmiş imajlar sayesinde, reklam sektörü de “bilimsel deneylerle kanıtlanmış” gibi klasik deyişlerle ürünlerini pazarlıyorlar. Tam tersini de pekala görüyoruz; “bunun bilimsel bir tarafı yok…”, “bilimselliğe uymuyor…” gibi.[4] Bu tür ifadeler de, sizin ileri sürdüğünüz (o her neyse; bir önerme de olabilir, bir duygu da olabilir) şeyin eksikliğini ya da başarısızlığını göstermek için kullanılan dayanaklardır.

Oysa, daha mutlu olmak için bilgiye ihtiyacımız olduğunu kabul edersek bile, bu bilginin neden bilimsel olması gerektiği düşüncesi oldukça abartılıdır. Hayatımızın kesinliklerden, değişmez yasalardan oluşması gerekmiyor. Belki daha iyi şiir yazarak veya daha güzel müzikler icra ederek daha mutlu ve belki de daha başarılı oluyoruzdur.[5]

Bugün tıp, hayatımız için hemen her gün yeni bir şeyle karşımıza çıkıp sağlığımız açısından çok önemli birtakım yeni yöntemler geliştiriyor. Bir bilgisayarı kullanarak bu yazıyı yazıp diğer insanlara ulaştırıyoruz. Otomobiller eskisine göre daha güçlü ve güvenli. Artık Mars hakkında çok daha fazla şey biliyoruz... İlah...

Ama buradan bakıldıkta, insanlık daha mutlu ve kendine ait soruları cevaplayabilmiş görünmüyor. O halde, burada bir yanlış konumlandırma, bir yanlış değer atfetme varmış gibi görünüyor. Hayatımıza bilimin ve bilimsel önermelerin temel eğitim-öğretim döneminde işlendiğini düşünecek olursak, bu eğitimin bize kazandırdığı şeylerin –ki bunların sayısını ve önemini de azımsamıyorum- yanında, bizde bilime karşı oluşan ve yukarıda sözünü ettiğimiz tutumları da oluşturduğu muhakkak. Sınırı çizmek, bağımlılığımızı yeniden ele almak ise bize kalmış…[6]

NOT: Bu metin daha önce izin alınarak başka sayafarda yayınlanmıştır.


[1] Burada, Nazım Hikmet’in dizeleri geldi aklıma:

ben ne tarih hocasıyım, ne de coğrafya

beni ancak,

dört duvar taş duvar bir ambar

kadar alakadar eder Ayasofya...

[2] Bu bir varsayımımdır, ama korkulu bir varsayımdır. Şimdiye kadar bu cevabı işitmemiş olsam da piyanist bir arkadaşım, ortak bir arkadaşımızın –o asker olduğu için- müzikle uğraşmanın boş olduğunu ciddi bir şekilde kendisine söylediğini belirtmişti. Belki de, bu soruya ‘evet’ cevabı verecek cesur ve fanatik bilimciler de vardır.

[3] Bu konuyla ilgili Türkçe’de pek çok kitap var meraklısına:

F. CAPRA, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası , Yeni Bir Düşünce

E.F. SCUMACHER, Aklı Karışıklar İçin Kılavuz

A.İNAM, Bilim Benim Neyim Oluyor

P. FEYERABEND, Özgür Bir Toplumda Bilim, Anarşizm Üzerine Tezler, Bilim Kilisesi, gibi...

[4] Bu anlayışı 19. yüzyılda en iyi temsil eden eser ‘Pozitivizm İlmihali’ değil, ‘Bilimsel Sosyalizm’ olsa gerek.

[5] Burada da, değinmeden geçemeyeceğim, Alev Alatlı’nın “Schrodinger’in Kedisi” adlı romanı, bu konuda okunması gerekenler listenize alınabilir, bilim ve düşünce tarihi üzerinde tekrar düşünmenize vesile olabilir.

[6] Son olarak, Wittgenstein’ın ileri sürdüğü “dünya, nesneleri (şeylerin) değil, olguların toplamıdır” tarzındaki yarı-Kantçı önerme konuyla bağlantılı olarak farklı açılardan ele alınmalıdır.

BİLİM - ÖNYARGI

Denir ki; bilim, önyargılardan arınmış bir alanda (steril/ hijyenik) bir insan etkinliğidir. Diğer bir deyişle, bir bilimci, kendi duygu ve düşüncelerini, tıpkı paltosunu asar gibi, laboratuarına girerken dışarıda bırakabilir. Yerleşik eğitimimiz bize bunu söylemektedir genelde.

Bir de, Thomas KUHN’un “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı kitabından edindiğimiz paradigma kavramı var.[1] ‘Paradigma’nın kelime anlamı,-bugün değişik alanlarda kullanılsa da- bir bilim dalında ve belli bir zaman aralığında egemen olan görüş, şeklinde söylenebilir. Açalım: örneğin fizik alanında, belli bir zamanda –diyelim ki 18. yüzyıl- fizik bilimine yön veren temel dayanak Newton fiziğidir. Newton fiziği, o dönemde var olan olguları açıklama başarısından ötürü yeni ortaya çıkacak olan olguları da açıklayabilecek bir temel dayanaktı. Bu dayanak sayesinde, ortaya çıkan olgular Newton fiziğine göre açıklandı ve bugün kullanılan mekanik araçlara kadar pek çok şey Newton fiziğinin başarıları olarak kendini gösterdi. Bu durum, kuşkusuz paradigmanın ortaya çıkardığı dinamizm ve inancın sonucudur.

Gelelim önyargıya. Önyargı; kişinin başka kişi/ler, düşünce/ler veya nesne/ler hakkında sahip oldukları oldukça yerleşik yargılarıdır.[2] Bilimle ilgisine göre incelendikte ise iki tür önyargı bu yazının konusu olacaktır:

1. İnsanların bilime ve bilimcilere karşı önyargıları


Daha önce belirtmiş olmakla birlikte, kısaca değinelim. İnsanlar kendilerine verilen örgün ve yerleşik eğitimden dolayı bilim konusunda korkmak (ya da şüphe, kuşku) ile hayranlık arası duygulara sahip yetişiyorlar. Elinde bizim bilmediğimiz ya da anlamadığımız /erişemediğimiz bir insan topluluğu ve faaliyeti. Bu konum, bir tür –en azından- bu konuda konuşabilme otoritesini haiz insanlara karşı, sözü edilen duyguları uyandırmakta.[3]

2. Bilimcilerin içinde bulundukları durumdan dolayı oluşan önyargılar: Paradigmalar

Paradigma herhangi bir bilimde yol gösterici, açıklayıcı, tutum belirleyici[4] bir rol oynar. Paradigma bize herhangi bir alanda ister-istemez daha önceden keşfedilmiş bir yol sunar. Bu yol bizden önce başkaları tarafından kat edilmiş bir yoldur. Bu durum bir zanaatta da geçerlidir. Örneğin; marangozluk yapan ve oğlunu ya da kızını da bu meslekte yetiştirmiş bir kişi için babasından öğrendiği yöntemler kendi çocuğuna devredilecektir. Çocuk için ise bir yöntem, deneyim ve bakış mirası vardır ortada. İşleri devralan çocuk hazır bakış açısını kullanarak çok başarılı işler ortaya koyabilir. Hatta öncelinden daha ileri gittiği durumlar da oldukça fazladır. Fakat genel olarak bakıldıkta, şu durum açıktır sanırım; işleyiş, ‘yeni’ ortaya çıkacak olan yöntemleri ilk önce reddedecek ve ancak başarılarının artması sonucu güven oluşturabilecektir. Bu ise, ister istemez, bu ‘yeni’ olanın kabullenilmesi için bir zaman geçmesini gerektirir.

Bilimde de diğer pek çok alanda olduğu gibi bir alışma (veya alışkanlık, sıradanlaşma, olağan görme diyelim) her zaman söz konusu. 1970’li yılların modasına bakıp da gülümsemeyen şimdiki zaman gençleri yok gibidir (ben bile gülümsüyorum). Ancak, yaşadığımız o zaman içinde, bir karışlık gömlek yakalarının, süpürge genişliğindeki pantolon paçalarının, mantar topuklu ayakkabıların, bir karış enindeki kravatların veya abartılmış büyüklükteki gözlüklerin gayet normal geldiği ortada. Bu nedenle sorgulanmazdı, kabul edilirdi yalnızca. Bilimde tabii ki modalar ölçüsünde bir kabullenmeden söz edilemez. Ancak, benzer şekilde; ilköğretimdeki öğrencilere dünyanın su üzerinde yüzdüğünü veya dünyanın evrenin merkezinde olduğunu söylediğinizde de size güleceklerdir.

Bilim insanları, temel eğitimlerinde çalıştıkları alanın varolan temel varsayım ve ilkelerini öğrenirken, bir taraftan da, ‘bilimsel eleştiri’ anlayışı geliştirmeleri konusunda bir anlayışı öğrenirler.[5] Fakat, içinde yaşanan tarihsel, sosyolojik, ekonomik etkileri ve bireyin içinde bulunduğu ve bulunacağı psikolojik örgüyü de işin içine kattığınızda bilimsel paradigmaların da nesnelliğini düşünmemiz gerekir. Örnek vereyim; Einstein eğer mutlak bir düzeni var eden bir yaratıcıya inanmasaydı, evrendeki düzen anlayışının hakim olduğu, sonsuz evren fikrine ulaşamayacaktı. Ortaçağ’ın sonunu belirleyen dünyanın güneşin çevresinde döndüğü düşüncesi, Hıristiyanlığa göre ışığın ‘iyi’ yi temsil ettiği ve bu nedenle de ‘güneş’in merkezde olması gerektiği inanışına dayanıyordu. Galileo’yu geometrik evren düşüncesine iten şey, o dönemde geometri biliminin konumuyla oldukça ilintilidir ve Galileo bu nedenle Tanrının, yarattığı evrenin kusursuzluğunu göstermek için geometri dilini kullandığını ifade etmiştir.[6] Bu konuda verilmiş en “açık” ifadelerden biri de P.B. Medawar’a aittir. Şöyle diyor: “Bilimcilerin ortak bir zaafı vardır –ondan ben de çok çektim- bir hipoteze (varsayıma) aşık olup ‘hayır’ yanıtını kabule yanaşmamalarıdır.”[7] Bilimdeki araştırmaların mutlaka rasyonel temelli olmadıkları için ayrıca J. Watson’un “İkili Sarmal” adlı kitabında, DNA modelini bulma macerasını okurken de görebilirsiniz.[8]

Resim öğretmeni olan bir arkadaşım, çocukların okul öncesi dönemde yaptıkları resimlerle, okulda resim dersi aldıktan sonra yaptıkları resimler arasındaki farkı anlatmıştı bir keresinde. Dediğine göre; çocukların belli bir eğitim almadan yaptıkları resimler çok daha bağımsız ve kendine özgü, fakat teknik açısından zayıf oluyormuş; resim dersi eğitimi aldıktan sonra ise, resim tekniği kazanılıyor, fakat bu sefer de öğretilene bağımlı ve sıradan[9] hale geliyormuş. (Şahsen kendi çocuklarımda gördüğümü söyleyebilirim.) Bu durum, eğitimin şu andaki uygulanışıyla ilgilidir. Eğitim, yetiştirdiği bireye ister istemez bir bakış açısı verir. Bu bakış açısı, zamanla kendi formunda düşünme alışkanlığı kazandırır. Benzerinin, bilim eğitiminde de olduğunu düşünüyorum.

Bu söylenenlerden, bilim doğası ve işleyişine ilişkin bir takım sonuçlara ulaşmak mümkündür, fakat daha önemli olanı da kanaatimce, bilimin, insan doğasının (yanılan, hata yapan, görmezden gelen, abartan, yalan söyleyen, şaşırtan, kimi zaman saygısızlaşan, ödün veren, karmaşıklaştıran, uyduran, kendine benzer bir şekle sokma eğiliminde olan vs.) kendine özgü işleyişi sonucu olan bir etkinlik olduğudur.


NOT: Bu metin daha önce iznim alınarak baska sayfalarda yayınlanmıştır.

___________________

[1] T. Kuhn’un bu kitabının Türkçe baskısı var. Bu arada kitabın, bilim felsefesi üzerine çalışacak/düşünecekler için temel bir kitap olduğunu da belirtelim.

[2] Bu tanım benim kelimelerimle olmakla birlikte genel bir tanımdır.

[3] Burada değinmeden yapamayacağım; insanlar bir laboratuara girdiklerinde oradaki cihazlara dokunmaya veya oradaki maddeleri karıştırmaya –haklı nedenlerden dolayı (bilgi sahibi olmama)- korkarlar. Bir cihazı bozma ya da kendine veya çevresine bir zarar verme ihtimali böyle davranmaya iter. (Böyle davranmayanlar için başka yorumlar yapmak gerekir sanırım!). Diğer taraftan, yine aynı insanlar, hayatın içindeki pek çok bilgi alanında (sanat, din, felsefe, siyaset vs.) konuşma ya da kurcalama eğilimindedirler. Sokrates, sorgulanamayan bir hayatın yaşanmaya değer olduğunu söylemiş ise de eklemiştir: “Fakat eğer toplumda herkes durmadan inançların dayanaklarını araştıran kuşkulu aydınlar olmağa başlarsa, bir şeyler yapma imkanını kaybederler.” Bence üzerinde düşünülmesi gerekir.

[4] Burada, bilimcinin nesneye/doğaya bakışını etkilemesi kast edilmiştir.

[5] Diğer taraftan bu durumun ne kadar özgürleştirdiği, ne kadar bağımlı kıldığı da düşünülmelidir.

[6] Kimi bilim tarihçileri ve bilim felsefecilerinin görüşlerinden yola çıkarak şunu söyleyeceğim; bilimsel teoriler sadece bilimsel kaygılarla ortaya atılmıyor, bazen, hiç de beklenmeyecek şekilde, bir duygu veya inanışı bilim formunda açıklamak, kanıtlamak için de kullanılabiliyor.

[7] Kaynak, P.B. MEDAWAR, Genç bilim adamına Öğütler, Tübitak Yay.

[8] James WATSON, İkili Sarmal, Tübitak Yay.

[9] Okul çağındaki çocukların/ızın yaptıkları resimlere bir bakın, göreceksiniz ki, hemen hepsinde arkada bir güneş, önde bir ev, evin yanında oynayan çocuklar ve/ya anne babası, belki bir araba, bir ağaç, biraz daha ayrıntıya girmiş olanlarda da arkadaki iki dağın arasında akan bir akarsu.