Monday, August 18, 2008

BİLİM - ÖNYARGI

Denir ki; bilim, önyargılardan arınmış bir alanda (steril/ hijyenik) bir insan etkinliğidir. Diğer bir deyişle, bir bilimci, kendi duygu ve düşüncelerini, tıpkı paltosunu asar gibi, laboratuarına girerken dışarıda bırakabilir. Yerleşik eğitimimiz bize bunu söylemektedir genelde.

Bir de, Thomas KUHN’un “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı kitabından edindiğimiz paradigma kavramı var.[1] ‘Paradigma’nın kelime anlamı,-bugün değişik alanlarda kullanılsa da- bir bilim dalında ve belli bir zaman aralığında egemen olan görüş, şeklinde söylenebilir. Açalım: örneğin fizik alanında, belli bir zamanda –diyelim ki 18. yüzyıl- fizik bilimine yön veren temel dayanak Newton fiziğidir. Newton fiziği, o dönemde var olan olguları açıklama başarısından ötürü yeni ortaya çıkacak olan olguları da açıklayabilecek bir temel dayanaktı. Bu dayanak sayesinde, ortaya çıkan olgular Newton fiziğine göre açıklandı ve bugün kullanılan mekanik araçlara kadar pek çok şey Newton fiziğinin başarıları olarak kendini gösterdi. Bu durum, kuşkusuz paradigmanın ortaya çıkardığı dinamizm ve inancın sonucudur.

Gelelim önyargıya. Önyargı; kişinin başka kişi/ler, düşünce/ler veya nesne/ler hakkında sahip oldukları oldukça yerleşik yargılarıdır.[2] Bilimle ilgisine göre incelendikte ise iki tür önyargı bu yazının konusu olacaktır:

1. İnsanların bilime ve bilimcilere karşı önyargıları


Daha önce belirtmiş olmakla birlikte, kısaca değinelim. İnsanlar kendilerine verilen örgün ve yerleşik eğitimden dolayı bilim konusunda korkmak (ya da şüphe, kuşku) ile hayranlık arası duygulara sahip yetişiyorlar. Elinde bizim bilmediğimiz ya da anlamadığımız /erişemediğimiz bir insan topluluğu ve faaliyeti. Bu konum, bir tür –en azından- bu konuda konuşabilme otoritesini haiz insanlara karşı, sözü edilen duyguları uyandırmakta.[3]

2. Bilimcilerin içinde bulundukları durumdan dolayı oluşan önyargılar: Paradigmalar

Paradigma herhangi bir bilimde yol gösterici, açıklayıcı, tutum belirleyici[4] bir rol oynar. Paradigma bize herhangi bir alanda ister-istemez daha önceden keşfedilmiş bir yol sunar. Bu yol bizden önce başkaları tarafından kat edilmiş bir yoldur. Bu durum bir zanaatta da geçerlidir. Örneğin; marangozluk yapan ve oğlunu ya da kızını da bu meslekte yetiştirmiş bir kişi için babasından öğrendiği yöntemler kendi çocuğuna devredilecektir. Çocuk için ise bir yöntem, deneyim ve bakış mirası vardır ortada. İşleri devralan çocuk hazır bakış açısını kullanarak çok başarılı işler ortaya koyabilir. Hatta öncelinden daha ileri gittiği durumlar da oldukça fazladır. Fakat genel olarak bakıldıkta, şu durum açıktır sanırım; işleyiş, ‘yeni’ ortaya çıkacak olan yöntemleri ilk önce reddedecek ve ancak başarılarının artması sonucu güven oluşturabilecektir. Bu ise, ister istemez, bu ‘yeni’ olanın kabullenilmesi için bir zaman geçmesini gerektirir.

Bilimde de diğer pek çok alanda olduğu gibi bir alışma (veya alışkanlık, sıradanlaşma, olağan görme diyelim) her zaman söz konusu. 1970’li yılların modasına bakıp da gülümsemeyen şimdiki zaman gençleri yok gibidir (ben bile gülümsüyorum). Ancak, yaşadığımız o zaman içinde, bir karışlık gömlek yakalarının, süpürge genişliğindeki pantolon paçalarının, mantar topuklu ayakkabıların, bir karış enindeki kravatların veya abartılmış büyüklükteki gözlüklerin gayet normal geldiği ortada. Bu nedenle sorgulanmazdı, kabul edilirdi yalnızca. Bilimde tabii ki modalar ölçüsünde bir kabullenmeden söz edilemez. Ancak, benzer şekilde; ilköğretimdeki öğrencilere dünyanın su üzerinde yüzdüğünü veya dünyanın evrenin merkezinde olduğunu söylediğinizde de size güleceklerdir.

Bilim insanları, temel eğitimlerinde çalıştıkları alanın varolan temel varsayım ve ilkelerini öğrenirken, bir taraftan da, ‘bilimsel eleştiri’ anlayışı geliştirmeleri konusunda bir anlayışı öğrenirler.[5] Fakat, içinde yaşanan tarihsel, sosyolojik, ekonomik etkileri ve bireyin içinde bulunduğu ve bulunacağı psikolojik örgüyü de işin içine kattığınızda bilimsel paradigmaların da nesnelliğini düşünmemiz gerekir. Örnek vereyim; Einstein eğer mutlak bir düzeni var eden bir yaratıcıya inanmasaydı, evrendeki düzen anlayışının hakim olduğu, sonsuz evren fikrine ulaşamayacaktı. Ortaçağ’ın sonunu belirleyen dünyanın güneşin çevresinde döndüğü düşüncesi, Hıristiyanlığa göre ışığın ‘iyi’ yi temsil ettiği ve bu nedenle de ‘güneş’in merkezde olması gerektiği inanışına dayanıyordu. Galileo’yu geometrik evren düşüncesine iten şey, o dönemde geometri biliminin konumuyla oldukça ilintilidir ve Galileo bu nedenle Tanrının, yarattığı evrenin kusursuzluğunu göstermek için geometri dilini kullandığını ifade etmiştir.[6] Bu konuda verilmiş en “açık” ifadelerden biri de P.B. Medawar’a aittir. Şöyle diyor: “Bilimcilerin ortak bir zaafı vardır –ondan ben de çok çektim- bir hipoteze (varsayıma) aşık olup ‘hayır’ yanıtını kabule yanaşmamalarıdır.”[7] Bilimdeki araştırmaların mutlaka rasyonel temelli olmadıkları için ayrıca J. Watson’un “İkili Sarmal” adlı kitabında, DNA modelini bulma macerasını okurken de görebilirsiniz.[8]

Resim öğretmeni olan bir arkadaşım, çocukların okul öncesi dönemde yaptıkları resimlerle, okulda resim dersi aldıktan sonra yaptıkları resimler arasındaki farkı anlatmıştı bir keresinde. Dediğine göre; çocukların belli bir eğitim almadan yaptıkları resimler çok daha bağımsız ve kendine özgü, fakat teknik açısından zayıf oluyormuş; resim dersi eğitimi aldıktan sonra ise, resim tekniği kazanılıyor, fakat bu sefer de öğretilene bağımlı ve sıradan[9] hale geliyormuş. (Şahsen kendi çocuklarımda gördüğümü söyleyebilirim.) Bu durum, eğitimin şu andaki uygulanışıyla ilgilidir. Eğitim, yetiştirdiği bireye ister istemez bir bakış açısı verir. Bu bakış açısı, zamanla kendi formunda düşünme alışkanlığı kazandırır. Benzerinin, bilim eğitiminde de olduğunu düşünüyorum.

Bu söylenenlerden, bilim doğası ve işleyişine ilişkin bir takım sonuçlara ulaşmak mümkündür, fakat daha önemli olanı da kanaatimce, bilimin, insan doğasının (yanılan, hata yapan, görmezden gelen, abartan, yalan söyleyen, şaşırtan, kimi zaman saygısızlaşan, ödün veren, karmaşıklaştıran, uyduran, kendine benzer bir şekle sokma eğiliminde olan vs.) kendine özgü işleyişi sonucu olan bir etkinlik olduğudur.


NOT: Bu metin daha önce iznim alınarak baska sayfalarda yayınlanmıştır.

___________________

[1] T. Kuhn’un bu kitabının Türkçe baskısı var. Bu arada kitabın, bilim felsefesi üzerine çalışacak/düşünecekler için temel bir kitap olduğunu da belirtelim.

[2] Bu tanım benim kelimelerimle olmakla birlikte genel bir tanımdır.

[3] Burada değinmeden yapamayacağım; insanlar bir laboratuara girdiklerinde oradaki cihazlara dokunmaya veya oradaki maddeleri karıştırmaya –haklı nedenlerden dolayı (bilgi sahibi olmama)- korkarlar. Bir cihazı bozma ya da kendine veya çevresine bir zarar verme ihtimali böyle davranmaya iter. (Böyle davranmayanlar için başka yorumlar yapmak gerekir sanırım!). Diğer taraftan, yine aynı insanlar, hayatın içindeki pek çok bilgi alanında (sanat, din, felsefe, siyaset vs.) konuşma ya da kurcalama eğilimindedirler. Sokrates, sorgulanamayan bir hayatın yaşanmaya değer olduğunu söylemiş ise de eklemiştir: “Fakat eğer toplumda herkes durmadan inançların dayanaklarını araştıran kuşkulu aydınlar olmağa başlarsa, bir şeyler yapma imkanını kaybederler.” Bence üzerinde düşünülmesi gerekir.

[4] Burada, bilimcinin nesneye/doğaya bakışını etkilemesi kast edilmiştir.

[5] Diğer taraftan bu durumun ne kadar özgürleştirdiği, ne kadar bağımlı kıldığı da düşünülmelidir.

[6] Kimi bilim tarihçileri ve bilim felsefecilerinin görüşlerinden yola çıkarak şunu söyleyeceğim; bilimsel teoriler sadece bilimsel kaygılarla ortaya atılmıyor, bazen, hiç de beklenmeyecek şekilde, bir duygu veya inanışı bilim formunda açıklamak, kanıtlamak için de kullanılabiliyor.

[7] Kaynak, P.B. MEDAWAR, Genç bilim adamına Öğütler, Tübitak Yay.

[8] James WATSON, İkili Sarmal, Tübitak Yay.

[9] Okul çağındaki çocukların/ızın yaptıkları resimlere bir bakın, göreceksiniz ki, hemen hepsinde arkada bir güneş, önde bir ev, evin yanında oynayan çocuklar ve/ya anne babası, belki bir araba, bir ağaç, biraz daha ayrıntıya girmiş olanlarda da arkadaki iki dağın arasında akan bir akarsu.

No comments: