Monday, August 18, 2008

NEREYE KADAR BİLİM?


Hayatımızın ne kadarı bilime aittir? Ya da ne kadarı olmalıdır? Bilim bize neler verir? Bilimin amacı nedir? Bilim bizim için ne kadar önemlidir? Neden önemli olmalıdır? Dahası, bilim ya da bilimsellik nedir? İlah...

İşin doğrusu, Kuhn’un o meşhur kitabı “Bilimsel Devrimlerin Yapısı”yla (The Structure of Scientific Revolution) karşılaşana kadar herkesin sahip olduğu bilime yönelik inanışlara sahiptim. Daha sonra, Popper ve Feyerabend aracılığıyla bilimin daha farklı şekillerde yorumlayabileceğini de öğrendim. Felsefe eğitimi görmüş olmanın, diğer bir ifadeyle “sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez” şeklindeki Sokrates düşünce geleneğinin faydalarını bilim alanının sorgulanmasında gördüm. Yukarıdaki soruların da bu bağlamda ve bu eleştiri biçimiyle sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.

Burada asıl sorgulanacak olan, birinci sorumuzdur: Hayatımızın ne kadarı bilime aittir? Öyle görünüyor ki bu soru, diğer sorulardan bağımsız düşünülemeyecektir. Bu nedenle, kimi zaman, diğerleri üzerine de sorgulama gerekecektir.

“Bilim, kendine ait yöntemlerle, evreni anlama ve açıklama çabasıdır” şeklinde genel bir önerme sanırım yanlış olmaz. İmdi, bu çaba, o konuyla ilgilenen (örneğin, atom altı maddelerin kütleleri, davranışları vs.) bir fizikçiyi ilgilendirir. Fizikçi bu konuda bir merakı, ilgisi olan kişidir. Fizikçi, kendine ait konuları araştırır, birtakım sonuçlara ulaşır vs. Buraya kadar tamam, fakat bilimsellik neden benim için –bilimle doğrudan uğraşmayan birileri için- bu kadar önemli olmalı? Yani ben şiir yazıyorsam, bunun ne derece bilimsel olması gerekir? Beste yapıyorsam bunun bilimsel olması gerekir mi?[1] Bu sorulara, bilimin insanlık için en önemli amaç olduğunu düşünenler açısından baktığımızda, belki de –fanatik bilimcilerden-‘evet’ cevabı gelecektir.[2] Ancak, bilimi, daha doğrusu ortodoks bilim anlayışını eleştirenler tabii ki böyle düşünmüyor. Bu açıdan bakıldıkta şu sonuca ulaşıyoruz: Bilim, bizim hayatımızdaki pek çok düşünme, üretme faaliyetinden sadece biridir. Dolayısıyla da, diğerlerinden önemli olması için bir gerekçe de gösterilemez.

Bacon’un “bilgi güçtür” yargısının dünyamıza olan etkileri nicedir Batı’da tartışılıyor. Bilimin bir amaç olduğunu düşünenler de, sanırım, ne için bir amaç olduğunu düşünmeliler. Bilime dayalı teknolojilerin insan hayatının konforunu artırdığı ortada. Fakat bu konforun (eğer bilimin insanlık için olduğunu kabul edersek) bizim mutluluğumuza ne kadar katkısı olduğu da sorgulanıyor.[3]

Nedense, bilimin eleştirel bir yapıya sahip olduğu söylenir de, laf bilimi eleştirmeye gelince işler değişir. Bilim bu açıdan bakıldıkta, sanki kutsaldır. (Comte’un kulakları çınlasın.) Bilim insanları, kendilerine gelecek bir eleştirinin muhatabını, bu konudaki bilgisizliklerini göstermek için, o alanı ne kadar iyi bildiklerini sorgulayarak silkelemek eğilimindeler genelde. Böylece o alanın, o alanla ilgilenen kişilerce ele alınabileceğini, başkalarının bu alanda fazla konuşmamaları gerektiğini belli ederler. Amenna! O zaman, bizim hayatımızda (bilimle uğraşmayan, bir bilimci olmayan birileri olarak) bilimin neden bu kadar önemli ve dokunulmaz olması gerekiyor? Bir müzik yapıtı ya da bir resim bilen-bilmeyen herkesçe pekala eleştirilebilirken (üstelik bunların da birer uzmanlık gerektiren insan etkinliği olduğu –bilimsel olmasa bile- kabul edilmişken) atomlar hakkında konuşmanız, akıl yürütmeniz beklenmez, dahası konuşmasanız daha iyi olur: çünkü bilim adamları bu konuyu sizden daha iyi bilirler (aksini söyleyemeyiz zaten). Öyleyse, neden benim dışımda işleyen ve neredeyse dokunulmaz bir insan etkinliği, bende bu kadar güçlü bir etki bırakıyor?

Hemen bütün yayın organlarında bilim adamlarının zeki imajını görürüz. Gerçekten de, elde ettikleri başarılarla, zeki olma sıfatını hak ettikleri doğrudur. Fakat bu güçlü imajlar sayesinde de bilimsellik hegemonyası kuruluyormuş gibi geliyor. Bu hegemonya, bazı konularda insanları, “bu konuya bilimsel yaklaşırsak...”, “istatistikler göstermiştir ki...” şeklindeki söylemlere itiyor. Madalyonun öteki yüzünde ise, filmlerden edindiğimiz bir “korkulması gereken bilim adamı” tipi var. Bu bilim adamları öyle bilgilere sahiptir ki, insanlar onlarla baş edebilmek için çok uğraşırlar (neyse ki, iyi olanın kazanması geleneği hala çoğu yerde devam ediyor). Bu durum da, öncekine ek olarak bilime ilişkin yargı ve tutumları pekiştiriyor: Bilim kutsaldır ve dokunulmazdır! Bu yüceltilmiş imajlar sayesinde, reklam sektörü de “bilimsel deneylerle kanıtlanmış” gibi klasik deyişlerle ürünlerini pazarlıyorlar. Tam tersini de pekala görüyoruz; “bunun bilimsel bir tarafı yok…”, “bilimselliğe uymuyor…” gibi.[4] Bu tür ifadeler de, sizin ileri sürdüğünüz (o her neyse; bir önerme de olabilir, bir duygu da olabilir) şeyin eksikliğini ya da başarısızlığını göstermek için kullanılan dayanaklardır.

Oysa, daha mutlu olmak için bilgiye ihtiyacımız olduğunu kabul edersek bile, bu bilginin neden bilimsel olması gerektiği düşüncesi oldukça abartılıdır. Hayatımızın kesinliklerden, değişmez yasalardan oluşması gerekmiyor. Belki daha iyi şiir yazarak veya daha güzel müzikler icra ederek daha mutlu ve belki de daha başarılı oluyoruzdur.[5]

Bugün tıp, hayatımız için hemen her gün yeni bir şeyle karşımıza çıkıp sağlığımız açısından çok önemli birtakım yeni yöntemler geliştiriyor. Bir bilgisayarı kullanarak bu yazıyı yazıp diğer insanlara ulaştırıyoruz. Otomobiller eskisine göre daha güçlü ve güvenli. Artık Mars hakkında çok daha fazla şey biliyoruz... İlah...

Ama buradan bakıldıkta, insanlık daha mutlu ve kendine ait soruları cevaplayabilmiş görünmüyor. O halde, burada bir yanlış konumlandırma, bir yanlış değer atfetme varmış gibi görünüyor. Hayatımıza bilimin ve bilimsel önermelerin temel eğitim-öğretim döneminde işlendiğini düşünecek olursak, bu eğitimin bize kazandırdığı şeylerin –ki bunların sayısını ve önemini de azımsamıyorum- yanında, bizde bilime karşı oluşan ve yukarıda sözünü ettiğimiz tutumları da oluşturduğu muhakkak. Sınırı çizmek, bağımlılığımızı yeniden ele almak ise bize kalmış…[6]

NOT: Bu metin daha önce izin alınarak başka sayafarda yayınlanmıştır.


[1] Burada, Nazım Hikmet’in dizeleri geldi aklıma:

ben ne tarih hocasıyım, ne de coğrafya

beni ancak,

dört duvar taş duvar bir ambar

kadar alakadar eder Ayasofya...

[2] Bu bir varsayımımdır, ama korkulu bir varsayımdır. Şimdiye kadar bu cevabı işitmemiş olsam da piyanist bir arkadaşım, ortak bir arkadaşımızın –o asker olduğu için- müzikle uğraşmanın boş olduğunu ciddi bir şekilde kendisine söylediğini belirtmişti. Belki de, bu soruya ‘evet’ cevabı verecek cesur ve fanatik bilimciler de vardır.

[3] Bu konuyla ilgili Türkçe’de pek çok kitap var meraklısına:

F. CAPRA, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası , Yeni Bir Düşünce

E.F. SCUMACHER, Aklı Karışıklar İçin Kılavuz

A.İNAM, Bilim Benim Neyim Oluyor

P. FEYERABEND, Özgür Bir Toplumda Bilim, Anarşizm Üzerine Tezler, Bilim Kilisesi, gibi...

[4] Bu anlayışı 19. yüzyılda en iyi temsil eden eser ‘Pozitivizm İlmihali’ değil, ‘Bilimsel Sosyalizm’ olsa gerek.

[5] Burada da, değinmeden geçemeyeceğim, Alev Alatlı’nın “Schrodinger’in Kedisi” adlı romanı, bu konuda okunması gerekenler listenize alınabilir, bilim ve düşünce tarihi üzerinde tekrar düşünmenize vesile olabilir.

[6] Son olarak, Wittgenstein’ın ileri sürdüğü “dünya, nesneleri (şeylerin) değil, olguların toplamıdır” tarzındaki yarı-Kantçı önerme konuyla bağlantılı olarak farklı açılardan ele alınmalıdır.

No comments: